AK Parti'den istifa eden Mustafa Yeneroğlu, milletvekilliğinden istifa etmeyeceğini açıkladı

AK Parti'den Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın talebiyle istifa ettiğini belirten İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, kendini istifaya götüren süreci ve hangi oluşumu destekleyebileceğini tarif etti. Yeneroğlu, vekillikten ise istifa etmeyeceğini söyledi

Son Güncelleme:

AK Parti'den istifa eden İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu önce partinin üst yönetim organlarından olan Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeliğinden daha sonra da AK Parti'den istifa ettiğini duyurmuştu.

Mustafa Yeneroğlu, istifasının ardından yeni yol haritasını anlattı. 

Siyasetteki yeni yol haritasını anlatan Yeneroğlu "Türkiye'deki merkez siyasette ciddi bir boşluk var. Güçlü bir demokratik blok kurulmalı" dedi. 

Hep AK Parti'nin kuruluş ilkelerini savunduğunu belirten Yeneroğlu, ilk defa 2017'de Cumhurbaşkanı Erdoğan'a istifasını sunduğunu belirtirken, konunun ayrıntılarını şöyle açıkladı: "Doğru bildiğimi partinin ilgili ortamlarında hep söylemişimdir, bunun en asgari ahlaki gereklilik olarak gördüm her zaman. Kasım 2015'da İnsan Hakları Komisyon Başkanlığına seçildim. Kamu idaresinin yanlışlarına, özellikle insan hakları ihlallerine hep tepki gösterdim, komisyonun yetkilerini kullandım. Zannedersem 2017'nin Nisan ayıydı. Van Gevaş'ta mantar toplayan köylülere işkence iddiaları için suç duyurusunda bulunmuştuk. Birileri devamlı bu olayları kapatma derdindeydi. Halbuki bu yaklaşımları hem hukuk içinde görevini yapan güvenlik güçlerimize haksızlıktı hem de ülkemizin itibarını zedeliyordu. Tabii o dönem buna benzer olaylar artmıştı. Biz de bunlarla ilgili yasal ve ahlaki sorumluluğumuzun gereği olarak suç duyurularında bulunuyorduk, açıklama yapıyorduk. Bu duruşum üzerine arkadaşlar tabii rahatsızlıklarını bildirmişler. Komisyona katılmayan bizimle aynı karede görünmek istemeyen arkadaşlar da oldu elbette. Bunun üzerine ben Beyefendi'ye istifamı arz ettim. "Ben tutumumdan vazgeçemem, sonuçta bunlar ilkesel tutum, AK Parti'nin de olmazsa olmazları. Fakat burada bir rahatsızlık söz konusuysa, genel irade buna aykırı düşünüyorsa, rahatsızlık vermek istemem" dedim. O kabul etmedi, dönem sonunu bekledi. "

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kendisinin tavrını bildiğini öne süren Yeneroğlu, "2018 seçim sonrasında MKYK üyeliğine getirildim. Elbette ki MKYK üyeliğinde de varlık sebebim oydu; teşkilatımızın verdiği vekaletin gereğini yerine getirmeye çalıştım. Lidere doğru bildiğini söylemek benim anlayışımda farzdır. 100'e yakın bir rapor yazmışımdır Türkiye'ye gelişimden beri. Bunları söylemişim anlatmışım. Nasıl bir ülke tasavvur ettiğimi açık yüreklilikle ifade etmişim. Sorumluluğum bu değil mi zaten? Biz kendi ortamımızda katılımcı olmayacaksak, siyasete toplumsal katılımı sağlamamız mümkün mü? Tabi MKYK'ya girdikten sonra ilk toplantı tanışma toplantısıydı. Mahrem ortamın detaylarına girmek istemem. Ama MKYK'da siyasetin müzakere edilememesi kabul edilebilir mi? Özeleştiri olmazsa nasıl yol alınır? Hatalarımızı birbirimizin samimiyetini sorgulamadan konuşamayacaksak nasıl düzelteceğiz? Zaten AK Parti'nin son yıllardaki en önemli sorunu bu" dedi. 

Kendisini istifaya götüren kırılma noktasının İstanbul seçimleri olduğunu belirten Yeneroğlu, "Zaten devamlı uzatmaların uzatmaları içinde kıvranıp duruyorduk. İstanbul seçimleri süreci tabii belirleyici oldu. Çünkü son ümidi de yitirdim. AK Parti'yi doğuran zemin içinde doğmuş bir insan olarak, Tayyip Bey'i de gerçekten seven ve ülke içinde geçmişte çok güzel işler yaptığına inanan, bunun sürdürülmesi gerektiğini düşünen, her gün önümde duran sarsıcı gerçekleri adeta bastıran noktada büyük bir acı içerisindeydik. En az bir yıldan beri böyle devam ediyordu. Düşünün akşam eve geliyorsunuz, dosyalarınızı getiriyorsunuz, sabaha kadar dosya çalışıyorsunuz. Şu insanın meselesine yetişelim diye. İnsan hakları sistematik olarak ayaklar altına alınan bir ülkeyiz. Biz işkenceye sıfır tolerans diye geldik, hukuk devletinde insan kaçırma olur mu? Toplum adeta korku iklimine teslim oldu. Biz kaç defa hukukçu arkadaşlarımızla oturup acziyetimizden dolayı ağladığımızı biliyorum. Milletvekilleri ile görüştüğümde de bana itiraz eden, hukuki gerekçelerimize karşı çıkan kimseyle karşılaşmadım. Bürokratlardan da. 

Hatta benim söylediğim şeylerin üzerine onlar, ya sen şunu bilmiyorsun diye 5-10 tane daha koyarlardı. 

İstanbul seçimleri sürecinde biz artık kendimizi tanıyamıyorduk. Bir de beka söyleminden Öcalan kardeşlere gidiyorsunuz. Her gün adeta yeni bir kabus. Zaten beka söylemi başlı başına bir facia. Düşünün milletin bekasını esas alan ve devletin bekasını da sadece hukukun üstünlüğünde ve çoğulcu demokraside, insan haklarında görerek yola çıkmış bir hareket, insanı ezen bir devlet tasavvuruyla sözde devletin bekası üzerinden korku siyaseti uygulamaya çalışıyor. Bunlar zaten kabul edilebilecek şeyler değil. Bir de bu beka söyleminden çıkıyorsunuz, Öcalan kardeşlere kadar geliyorsunuz. Parti içerisinde zaten İstanbul seçimleri son haftalarından herkes birbirine bakıyordu. İnsanlar zaten sokağa çıkmaya çekiniyorlardı. Çünkü millete ne anlatacaksınız? İnandığınız tüm değerler her gün altüst ediliyor. Benim için bir utanç vesilesiydi. Biz burada katliam görüntülerini yayınlarken, Yeni Zelanda başbakanı her gün Müslümanlara insanlık dersi veriyordu. Tabii rasyonel düzlemde kırılmayı çok önceden yaşamıştım. Ama sonuçta partinin içerisinde doğan, Milli Görüş hareketinden gelmiş bir insanın duygusal bağlarını koparması öyle kolay değil. Ama İstanbul seçimleri sonrası artık ben parti içerisinde bir dönüşümü sağlanabileceğine, özeleştiri kültürün artık geliştirilebileceğine, en son 23 Haziran sonucundan sonra millete anlatamadık söylemi yerine biz bu milleti niye anlamıyoruz anlayışının yerleşebileceğine dair ümidimi yitirdim" dedi. 

Anayasa Mahkemesi'nin akademisyenlere ilişkin kararından sonra yayınlanan bildiriyi, "Benim için her şeyin bittiği noktaydı" olarak nitelendiren Yeneroğlu, "31 Mart seçimleri sonrası isim vermeden MKYK'da aleyhte çalışanların olduğunu beyefendi İstanbul teşkilatı önünde ifade edince ben istifamı yazdım. Ön yazıda da bırakın aleyhinizde çalışmayı en ufak bir güvensizlik söz konusuysa istediğiniz zaman yürürlüğüne koyarsınız diyerek arz ettim. Şimdi Ömer'lerden bahsediyoruz. Sonuçta özeleştiri kültürünü içselleştirmemiş, özeleştiri talebini saygısızlık ve hakaret olarak kabul eden bir ortamda nasıl Ömer'ler gelişsin. Hz. Ömer'in üzerindeki elbise sorulunca kimseyi aşağıladığını okumuyoruz, tam tersi, her an toplumun en alt kesimine inanılmaz bir tevazu içinde hesap veriyor, hayatının her anı özeleştiri dolu" ifadelerini kullandı. 

Milletvekilliğimden istifa etmeyeceğini açıklayan Yeneroğlu, "İstifa etmemem gerektiğine karar verdim. Çok ilginçtir bütün partilerden ve kendi partimden de sayısız milletvekili beni bu konuda aradı, "Kesinlikle böyle bir şey yapamazsınız bu çok yanlış bir şey olur, bunu size söyleyenlerin demokrasi anlayışı da ayrıca bir tartışma konusu. Ama böyle bir istifa Türkiye'de yeni bir teamül ortaya koyar. Sizden sonraki arkadaşlarda da böyle bir dayatma olur" dediler. İstifama çok olumlu tepkiler geldi. Yüzde 99'u destek mahiyetinde. Çok samimi ve değerli bulduğum eleştiriler de aldım. 4 binin üzerinde mesaj aldım. Whatsapp üzerinden gelenlerin tamamına daha cevap veremedim" dedi. 

Yeneroğlu, "Bundan sonra yatay siyaseti, hamaset yerine rasyonel dili esas alan, öz eleştiriyi ezen dava söylemi yerine uygulama ile kendini gösteren, kişi hareketi yerine katılımcı, çoğulcu bir kadro hareketi ile insan onurunu haysiyetini olmazsa olmaz gören, hesapsız bir biçimde savunan, gerçekten Türkiye'de yaşayan her bir ferdi özel, özerk ve özgür kabul eden, demokrasi çıtasını Aleviler söz konusu olduğu zaman da atlayabilen, Kürt sorunu karşısında tutum alabilen güçlü bir demokratik blok olursa ben bu bloka destek veririm" ifadelerini kullandı.  

MUSTAFA YENEROĞLU KİMDİR?

Kendi anlatımıyla Mustafa Yeneroğlu: 1975 Bayburt doğumluyum. Babam 1973'te Almanya'ya gitmiş. Ben, ablam ve annem Bayburt'ta kalmışız. Bir gün babam köye izne geldiğinde annemi tarlada çalışırken görüyor, bana da köyde bakacak kimse yok. Benim bir daha oğlum olacak mı diye almış, bizi Almanya'ya götürmüş. Böylece bir yaşımdan itibaren Almanya'da yaşadım. Şartlarımız farklıydı; dört kardeş, anne baba 34 metrekarelik bir evde büyüdük. Ufak bir odamız, iki ranzamız vardı. Ben 18 yaşına gelene kadar o evde oturduk. O küçük evde misafirimiz eksik olmazdı. Akşama kadar sigara içerlerdi. Sigaraya karşı nefretim oradan geliyor. Ama mutluyduk, çocukluğumuz çok güzel geçti. 

Babam önce Ford fabrikasında çalışıyordu, Köln'e giden Türklerin ekseriyeti gibi. Sonra 1982'de oradan ayrılıp Deutz fabrikasında çalıştı. Fabrikada o zaman ekonomik sıkıntılar vardı. Almanya da ekonomik kriz sebebiyle Türkleri geri dönmeye teşvik ediyordu. Babam geri dönmedi ama 3-4 yıl işsiz kaldı. 1986'da çok bunalmış olmalı ki Başbakan Helmut Kohl'a içinde bulunduğu koşulları anlatan, "Ben çocuklarımı okutmak zorundayım" diyen bir mektup yazmış. Cevap da geldi. Mektubu aldığını, okuduğunu, sevindiğini ve Köln Belediyesi'ne ilettiğini, orada arkadaşlarının kendisine yardımcı olacağını ifade etmiş. Böyle bir tarz yoktur aslında Almanya'da. 

Bunun üzerine belediyeden aradılar. Babamı bahçıvan olarak belediyeye aldılar. Emekli olana kadar orada çalıştı. 2016'nın ocak ayında da vefat etti. Eğitim konusuna önem veren biriydi. Milli Görüş teşkilatlarına gider gelirdi devamlı olarak. Beni hafızlık için Köln Fatih Camii'ne gönderdi. Altı yaşında her gün tramvaya binip evimizden on altı durak uzaklıktaki kursa gidip geldim. 

Yarım hafızım. Mehmet Demirkan Hoca vardı, eski metotlarla eğitim veriyordu, belli bir noktadan sonra ayrıldım. Tayyip Beyi de ilk orada Köln Fatih Camii'nde 10 -11 yaşlarındayken tanıdım. Tayyip Bey o sırada Beyoğlu Gençlik Kolları Başkanıydı. Gençlik teşkilatının programları için geliyordu Köln'e. Camiinin lokalinde rahmetli Akgün Erbakan ile sohbet ediyorlardı. Biz de tabi çocuklar olarak etraflarında oturur onları dinlerdik. Toplumun tüm kesimleriyle hep içli dışlı olsam da diyebilirim ki benim bütün hayatım Milli Görüş teşkilatlarında geçti. 1993 yılında daha 17 yaşındayken Milli Görüş teşkilatlarının MKYK üyesi oldum. Ayrılana kadar da MKYK'nın en eski üyesi bendim. Teşkilatın hukuk işleri birimini kurdum. 1991'de Milli Görüş olarak Avrupa'nın en büyük salonunda bir kongre yapacaktık, resmi organizasyonun başı bendim ama 16 yaşındaydım. 

1995 yılında hukuk okumaya başladım. Fakat 15-16 yaşında hukuk ile iç içe olmaya başlamıştım. O zaman dil bilen insan yoktu, biz dil bildiğimiz için her işe koşturuyorduk. Amnesty International'e üye olduğumda 13 yaşındaydım. Harçlığımdan 5 mark aidat ödüyordum. Greenpeace'e üye olmuştum. Sonuçta kozmopolit bir ortamda yaşıyorsunuz. Biz kendi mahallemizde maç yapardık. İtalyanlar, Faslılar, Yunanlılar, Yugoslavlar. Alman bulamıyorduk doğru dürüst. Başka mahallelerden Alman getiriyorduk Almanlara karşı milli maç yapalım diye. Okulda 30 küsur milletten insan vardı. İkinci Dünya Savaşı sonrası her türlü güç birikimine karşı anti-otoriter bir eğitim sisteminde okuduk. 

Sosyal Demokrat Parti'ye üye olmuştum 16 yaşında. Köln'de sosyal demokratlar çok güçlüydü. Sosyal liberal düşünen bir gençtim. Helmut Schmidt'in çizgisini çok beğenirdim. Willy Brandt bir efsaneydi tabii. Yahudi soykırımı anıtının önünde diz çökmesi o zamanki nesil için çok etkileyiciydi. Tabii bizim neslimiz 1990'dan sonra Alman bayrağı gördü. Ben ilk defa 1990 yılında büyük bir Alman bayrağı gördüm. İlk gördüğümde ürkmüştüm. Çünkü Almanya'da milliyetçilik bastırılmış bir duyguydu. Yeşiller 83'lerde yeni çıkıyorlar. Kurulu düzene kalkışıyorlar. Kazakla, spor ayakkabılarla parlamentoya giriyorlar. Sisteme başkaldırıyorlar. Ve Alman milliyetçiliğini yerden yere vuruyorlar, çoğulcu toplum düzenini savunuyorlar. Çok beğenirdik. 

Aslında Refah Partisi'nden sonra bizim bir partimiz olmadı, o zamanki romantik gençlik idealleriyle tabi. Ben 2002'den itibaren Tayyip Bey'e Avrupa'daki Müslümanların meseleleri, AB hakkında çok sayıda rapor yazdım. Daha öncesinde avukatlarıyla tanışmıştım, AİHM'ne giden davalarda yardımcı oluyordum. Yurt Dışı Türkler Başkanlığı'nın kurulmasını istedik ısrarla. 2006 da ikna edebildik, 2010'da nihayet kurulabildi. Sonra 2011'de milletvekilliği konuşuldu. Fakat sonuçta 11 Eylül sonrası havasında takip ettiğimiz yüzlerce dava vardı, bir taraftan Milli Görüş teşkilatının yasaklanmasıyla ilgili Almanya adına hukuk ayıbı olan baskılar vardı. O zaman bütün bunları bırakmamız doğru olmazdı. Konu uzamadı. Sonra 17-25 Aralık'tan iki hafta sonra beni çağırdı Tayyip Bey. Gece genel merkeze gittim. Tabii çok gergindi, olan biteni anlattı. Ben "sürpriz mi oldu" dedim. Bu soruma biraz kızdı. Sonuçta biz Almanya'da bu gruba karşı hep mesafeli dururduk. Bize çok milliyetçi gelirlerdi. Hatta üniversitede gıcıklık olsun diye "Selamun aleyküm" derdik, bozulurlardı, "Merhaba" diye cevap verirlerdi. Mesafeli dururduk. Bize çok milliyetçi ve gizli ajandalı gelirlerdi. Neyse o görüşmede Yurtdışı Türkler Başkanlığı'nı önermişti bana Tayyip Bey. Tabii çok parçalı yürütülüyordu devlette yurtdışı Türklerle ilgili birimler. Ben ancak tüm birimlerin koordinasyon ve senkronizasyonu ile başarılı olabilirim, aksi takdirde olmaz demiştim. "Dur bakalım, seni başbakan yapmayacağız" dediğini hatırlıyorum. Gülümsemiştim. Tabi kabul edemedim. Sonra 2015'in Şubat ayında Mustafa Şentop hocam aramıştı adaylık konusunda. Sonra Tayyip Bey ile görüşmemizde artık sorumluluk üstlenmek istiyorsan gel, bu sefer de gelmezsen eleştirilerini ciddiye almam, dinlemem seni demişti. Bunun üzerine arkadaşlarımla istişare ettim. Ve aday oldum. 

Kaynak: Karar

Sonraki Haber